14 Ocak 2014 Salı




MİLLİ BARIŞ ÖDÜLÜ…
1992 de Nelson MANDELA ya Türkiye den Atatürk Uluslar arası Barış Ödülü verilmek istenmiştir. Ancak Mandela ödülü reddetmişti. Bu haberi duyunca ilk aklıma gelen “Türk düşmanı”  olduğuydu. Hatta o zamanda yapılan bazı haberlere de rastlayınca bu fikirde iyice karar kıldım. Birde Fatih ALTAYLI’ nın 2005 de Hürriyet’ teki yazısı da bu konuya rivayetler getirmesi, bu olayın dikkat çekici bir hal almasına neden oldu.
Yazı şöyleydi "Güney Afrika’da ırkçı rejimin hüküm sürdüğü ve bütün dünyanın bu nedenle Güney Afrika’ya ambargo uyguladığı yıllarda Turgut Özal, bu ülkeye bir dostunu yollar ve ticaret yapmanın yollarını arar. Ve ambargoya rağmen bu ülkeye mal sattırmaya başlar. Daha sonra ırkçı rejim yıkılır. Mandela serbest kalır. Ülkenin başına geçer. Mandela’nın çalışma arkadaşları ise ırkçı rejim döneminde iç savaşların ve çatışmaların hüküm sürdüğü çevredeki ülkelerde sürgünde bulunan Güney Afrikalılardır.
"Bunlar ülkenin yönetimine geçince Mandela’ya rapor sunarlar. Bu rapora göre Afrika ülkelerindeki iç savaşlarda kullanılan silahlar bu ülkelere Türkiye tarafından satılmaktadır. Daha doğrusu Türkiye, İsrail yapımı bu silahların satışına aracılık etmektedir. Bunun üzerine Mandela Türkiye’ye bir temsilci gönderme kararı alır. Ve bu konuyu Türk yetkililerle görüşmek maksadıyla Thabo Mbeki Türkiye’ye doğru yola çıkar. Ancak temsilci Mbeki Türkiye’ye sokulmaz bile. Havaalanında kısa bir görüşmeden sonra adam ülkesine geri yollanır. Ve ilişkiler büyük darbe alır. Daha sonra Mandela’ya verilen ödül ile bu yara onarılmak istenir ama iş işten geçmiştir."
Hatta barış ödülüne layık görülenlerin geçmişlerinde de pek barışla alakadar olamayıp, barışın en yakınından dahi geçmedikleri gayet dikkat çekici çelişkilerdendir.
Bir enteresan olay daha vardır ki, Hasan MEZERCI nın MANDELA’ nın davranışını diktatör ve halkına zulüm eden biri olarak tanımladığı Mustafa Kemal ATATÜRK yüzünden almadığını idda etmesi, akabinde de tebrik mesajı göndermesi olmuştur.
Tabi bu ödülü daha sonra alanları hatta almama ihtimali olmayanları sıralamak gerekirse ki, bu uzun bir liste olmayacaktır. Çünkü 1986 te başlamış beş kere verecek, layık kimse bulunamamış ve 2000 yılında da askıya alınmıştır. Peki ama neden? Neden bizimde bir barış ödülümüz olmasın? Bizim özgürlüklerimizin, kurduğumuz devletlerin savaş ile olması, bizimde barış ödülümüzün olmamasınımı gerektiriyor? Yoksa ki, ihtimalin en yoğun olanı, şimdiye kadar layık görülenlerin aslında birer hata olduğu, aslında barış ile pekte alakalarının olmamasımı? Yani bir daha uluslar arası sahada bu ödül ile madara olmamak içinmi?
Gerçi zaman bize, siyasetçilerin bizi dünyaya nasıl maskara etiklerini şimdi daha net gösteriyor. O ödülü gerçekten hak edecek kimse varmı bilmiyorum. Bu ödülü insanların hak ve özgürlüklerine destek veren sadece vermiş olmak maksadı ile olanlardan olmaması lazımdı. Şimdiden sonra ne yaparlar bilmiyorum. Fakat bizimde barış ödülümüz olmalı fakat barışı sınırlamak yerine evrensel alandan bakarak bu konunun gözden geçirilmesi daha iyi olacaktır.
Saygılarımla 
A. Kemal PINAR (14.01.2014)

22 Aralık 2013 Pazar



SUSSAN OLMUYOR, SUSMASAN OLMAZ…

O kadar insan tanıdım, bunların çoğu amaçsız, bir hedefi ve bir yarar tarafı omayan insanlar. Güya bir ideoloji tutturmuş, bir davaya adanmış bastırıp gidiyorlar. Her fadakarlık ondan, her çaba ondan, her başarı ondan.

Bu kadar basit mi?

Geçeceksin onu kardeşim. Bunu ancak cahillere, yağdanlık kaflara yutturursun. Hiçbir üretkenliğin olmayacak, bunun adınıda “İTAAT” olarak sayacaksın. Eleştirmek, açık aramak onlara mübah, başkasına günah.

Artık bırakın bunları. Sizin kortuğunuz o “YENİ NESİL”var ya , bunları yemiyor. Haa tabi siz “YENİ NESİL” ide sevmezsiniz. Çünkü onlar asi, şuursuz, gayretsiz, beceriksiz ve saygısızlar. Onlar sizin yaptığınızın onda birini yapamazlar. Siz çok çektiniz dimi? Onlar bedavadan geldi buraya. Onlar öyle sıkıntı görmedikleri gibi bir sıkıntıcık bile çakemezler.

Ya arkadaşım onların çektiği sıkıntı: SİZSİNİZ. Bu onlara yetiyorda artıyor. Siz tekdiniz kimse önünüze engel olmadı, size kimse kösteklik etmedi, sizi çekemeyen kimse yoktu, sizin başarınız sadece kendinizde kalırken, bunlarınki cihana ait olacak ve oluyorda zaten.

Bırakın engel olmayı, destekte olmayı beklemiyor bu nesil sizden.

Bununla yüzleşin. Kabullenin artık şunu. Yoksa bu “YENİ NESİL” çok daha asileşecek ve başınıza dahada bela olacak.

Benden söylemesi.

Saygılar. 22.12.13
                                                                                                    A.Kemal PINAR

9 Aralık 2013 Pazartesi




CESUR OL...

Sabah uyandığımda nelerin olacağını bilmekisterim. Fakat bilmekçok acıtır. Akşamda unutmak unutmak isterim. Oda incitir. 

Nedenmi?  Uğrunda bir şeyleri  feda etmekten kaçınmadan koşacağın bir emelin yoksa yaşamanında pek anlamı yok. Oysa bunun ikiside mümkün değil. Peki hem unutarak elimize neler geçiyor? Nasıl yaşamayı başarıyoruz?

Aslında hepimizin uğrunda birçok şeyden vaz geçecek emellerimiz var. Onun için hayaller kurar, hayat gayemiz olarak addederiz. Bir an düşündüğünüzü var sayıyorum, o bahsi geçen emeller ne diye. Aklınıza birkaç şey geldi dimi?

Fakat pekte fedakar olmadığımız gerçeği ile yüzleşiverdik. Aslında bunda bir anormallik yok.
Tek ihtiyacımız olan şey CESARET.

Saygılar

                                                                                                                   A.Kemal PINAR

5 Aralık 2013 Perşembe


Yaslandınmı ulu bir çınara, beklersin artık tüm zorlukları...

Sebepsiz  bir takım sıkıntılara düşersin. "Niye?" "Neden?" gibi soruların acımasızlığını hisseder, düşüncelerden sıyrılmaya çalışırsın.

Bitsin istersin içinde bulunduğun karanlık hislerin. Fakat bitmez. Ne kadar çırpınırsan o  kadar batarsın düşünce batağında. 

Bir ara uyuyayım, uyanınca biter dersin. O bile vakit kaybı oluverir.

Sonra düşünce labirentinde bir günah keçisi ararsın. "Kimin yüzünden oldu?" diye. Bir kaç isim gelir aklına, ama sonunda ne yapman gerektiğini bilmemenin verdiği çaresizlikle küfürler edersin. Rahatlar gibi olursun. Biara bir daha açarsın ağzını, kustukça kusarsın. 

Ama nafile yine çıkmaz o zehir içinden. İşte o an bir dayanak arar ve avazın çıktığınca bağıra bağıra ağlamak istersin.

Çünkü sen İNSANSIN...

Saygılarla 



                                                                                                                       A. Kemal PINAR

5 Kasım 2013 Salı


YORULUYORUZ...

Neden mi? çünkü hayata hep eksik pencerelerden ve kirli camlardan bakıyoruz. çünkü hayatı yaşamak için değil, hayatın bizi yaşatmasını bekliyoruz. Çünkü gitmek yerine bekliyoruz. Çünkü kalkmak yerine yatıyoruz. Çünkü sarılmak ve bırakmamak yerine dönüp uzaklaşıyoruz. Çünkü yardım etmek yerine acımakla yetiniyoruz. Çünkü barış yerine savaşıyoruz. Sevgimize değil çıkarlarımıza sahip çıkıyoruz. Hoşgörü yerine çekişmeyi yakıştırıyoruz kendimize. Hep gülmek istiyoruz doyasıya ağlamak yerine.

Ağlamak deyince "neden ağlayalım? gülmek daha iyi değilmi?" diye sorabilirsiniz. Tabi yaşadığımız zamanda gülerek ve güldürerek yararımız çok olur ama bazen gerçek, içten, samimi, doya doya ağlamak bizi gerçek hayata dahada objektif bakmamızı sağlayacaktır. Daha rahatlamış ve neyin ne olduğunu daha canlı düşünmemizi sağlayacaktır. Ağlamak tüm kutsallar tarafından da önemlidir hatta dinimizde bile bir kaç damla yaş tanesinin neleri çözebildiğini hep dinler ve öyle itikat ederiz. Ama öyle ağlama ki, gülmenin habercisi, öyle ağlama ki, kahkahanın işaretçisi olacak şekilde bir ağlama.

Kahkaha. biraz itici bir cümle gibi gelmişitir bana. Halbuki her defasında avazımın çıktığı şekilde yapmak istediğim ve yapanlara gıpta ettiğim bir fiildir. Kahkaha unutturan, kendini kaybettiren bir eylem. Bir nevi afyon.  Peki neden bu kahkaha insanlara itici gelir? Belki alaylar hep kahkaha eşliğinde yapılıyor, belkide inaçlarımız engelliyor. Mesela çok güldük başımıza birşey gelecek inancı. Ama iyi bir motivasyon tekniği, iyi bir tetikleyici mekanizmadır.

Aslında bu bahsettiklerimin hepsi boşa yapıp, boşa yorgunluğumuza sebep olan şeyler. Halbuki sevmeyi tam severek, ağlamayı tam ağlayarak, gülmeyi tam gülerek yapsak hayatı tam yaşamış olur, hayatta bizi bu kadar yormuş olmayacaktır.

Hadi boş ver bunları da kalk biraz gül, güldür, ağla, sev...

Saygılarımla. 

15 Mayıs 2012 Salı


ELALEM NEDER ?
Kabullenmek ve kabullendirmek.
Hepimiz beklentilerimizin kölesiyiz. Karşımızdakinin görüşüne saygı duymak, onu dinlemek ve empati kurmak yerine kendimizin düşüncelerini zorlarız onlara.
Bir çok kişiye kendi hayatları ile ilgili farklı sorular sordum. Aldığım cevaplarda kendileri ile ilgili bir karar göremedim. Onların cevaplarında annesinin babasının düşüncelerini kabullenmiş olduğunu gördüm.
Peki alacağımız karara saygı göstermesi ve desteklemesi gereken, kısacası kabullenmesi gereken onlarken bizim üzerimizdeki kabullendirme çabası ne kadar doğrudur? ‘’Benim oğlum öğretmen olacak ‘’ “Benim kızım doktor olacak”  gibi telkinler ile onların vereceği zararı kabullenmek, onların bize yaptığı saygısızlığa saygı göstermek değimlidir?
Tamam onlar ailemizde, ya ailemiz dışındaki çevremize ne demeli. Mesela “sen şöyle olmalısın böyle davranmalısın buna bakmalısın şuna bakmamalısın” gibi telkinler insanların kişilik ve karakterlerine saldırı olabilir.
Nasıl mı? Söyle anlatayım.
 Karakteristik ve kişilik olarak hareketli, lider ruhlu, canlı birine yapacağınız telkinler ölçülü olmalıdır. Aksi taktir de kişilik oturması değişsede karakter (mizaç)değişmez.Bu durumda davranışlarımız ve karakteristik özelliklerimiz arasında çatışma oluşur. Ki   bu ruhi olarak kişilik bozukluklarına, hatta psikolojik problemlere sebebiyet verebilir . Sosyal olarak ise toplumda yer bulamama, içe kapanıklılık, ifadede ve toplum ilişkilerinde güçlük çekmek gibi problemler meydana getirebilir.
 Aslında işin en vahim olan kısmı ise bundan sonraki süreçtir ki kişilikten ve karakteristik özelliklere doymayan bireydeki çırpınmalar ve çevresindekilere zarar verme eğilimler doğar.
Peki çözüm ?
Öncelikle su iyi bilinmelidir, karakteristik özellikler değişmez ve  kişilik belli bir evrenden sonra oluşmaz. Sadece kontrol altında alınabilir ve kabullendirmek yerine duruma vakıf olarak yardımcı olunabilir. Yani bir şeyi kabullendirmek yerine, o konuda kendi isteklerine saygılı olarak yön ve görüş sunarak çözüm sağlamak her birey için daha verimli olacaktır.
Saygılarımla…
15.05.2012

18 Mart 2012 Pazar

KİŞİLİK VE KARAKTERİSTİK ÖZELLİKLER

KİŞİLİK VE KARAKTERİSTİK ÖZELLİKLER
İnsanın davranışları iki kısımda ele alınır:
1-    Mizaç
2-    Kişilik

·        Mizaç : insanın bütününü oluşturan özelliktir. Doğuştan gelir. Buda insanın davranışının  %50 ni etkilemektedir.
·        Kişilik ve karakteristik özellikler ise aile, okul, yurt, arkadaş çevresi ve çok kısa bile olsa yaşadığı bir olayın etkisi ile şekillenen davranış biçimidir.
·        Kişilikte model alma çok önemlidir. Fakat burada dikkat edilmesi gereken nokta “taklit” in olmamasıdır. Mesela yeni baba olan biri modelleme yarine taklide giderse yanlış sonuçlara sebebiyet vermiş olur.
·        Öncelikli olarak mizaç ve kişiliğin çatışmaması şarttır. Ki ileride ciddi problemlerin oluşmaması açısından.
·        Psikoloji, kişiliğin sabit olmadığını söyler. Kişilik modelleme ile olur. Yanlış modellemeler çatışmalara götürür.
·        Kişilik ve karakteristik özellikleri, kişinin kendisi bulmalıdır. Buda fikir ve görüşlerle netleşir. Burada özgüven ve cesaret önemli yer teşkil etmektedir.
·          Bir bireye kişilik vermek yerine kişiliğinin bulunmasında yardımcı olunmalıdır.
·        Kalıp oluşturmak yerine kendi kalıbını bulması sağlanmalıdır. Buda iyi tanıyarak, görüş ve fikirlerine (samimi olarak) danışmakla mümkündür.
·        Mesela ; Mizacı itibari ile hareketli, şen şakrak bir bireye “Sen ağırbaşlı, ciddi olmalısın” şeklindeki telkinler kişiliği ve mizacını karşı karşıya getirir. Çatışan mizaç ve kişilik ileride, ciddi sıkıntılar meydana getirir.
·        Uygun olmayan durumlarda kişiliğe değilde davranışlara yapılan telkinler faydalı olacaktır. Bu bağlamda davranışa yapılan telkin kişiliğe saldırı olmayacaktır.